Örneğin, Chiara Mastroianni gibi önemli bir oyuncunun iç sıkıntı ve saplantılarını samimiyetle dile getiren; biyografik öğeler barındırdığından kuşku duyulamayacak kadar inandırıcı senaryosuyla dikkati çeken “Marcello Mio”ya burun kıvıranlara ne demeli? Christophe Honoré’nin incelikli titiz mizanseni, çok katmanlı bu kurmaca karakteri dolu dolu yaşatmayı başarırken Altın Palmiye adayı bu film, içtenci Fransız sinemasını pek sevmeyenlere neden vasat gözüküyor? Chiara Mastroianni’nin yanında, her biri öz kimliklerinden beslenen karakterleri başarıyla yorumlayan Catherine Deneuve, Fabrice Luchini, Nicole Garcia, Melvil Poupaud gibi oyuncularla daha da zenginleşen “Marcello Mio” nasıl küçümsenebilir ki? Başka bir örnek: Portekizli yönetmen Miguel Gomes’in (1972), Güneydoğu Asya’da yüz yıl önce yaşanan olağandışı bir aşk öyküsünü şiirsel bir dille işlediği; kendisinden bucak bucak kaçan nişanlısını bulabilmek için tropikal cangılların göbeğinde yolculuk etmekten korkmayan genç İngiliz kadını ve peşine düştüğü adamı siyah beyaz görüntüler eşliğinde yakın takibe alan “Grand Tour” adlı Altın Palmiye adayını, uzun ve sıkıcı bulanlar da çıkacaktır tabii.
YENİ KIRILMALAR…
Bu örneklerin tersine, Sean Baker (1972) imzalı bağımsız Amerikan sineması örneği olan “Arina”yı, senaryosunun sıradan görünümü gerisindeki bilinçli ve duyarlı hümanist boyut nedeniyle çok sevenlere nasıl itiraz etmeyelim ki? Filmdeki kimi sarkmalara, ticari kaygılara, ucuz ve uzun bölümlere dikkat çekerek eğer yarın akşam açıklanacak ödül listesinde üst sıralara çıkarılırsa bunun sinemasal vasatlığı yüceltmekten öte bir anlam taşımayacağını söylemekten neden geri duralım ki?
Sonuçta, dünya gerçeklerini farklı açılardan yansıtan küresel sinema aynasındaki çatlaklar, ciddi kırıklar çoğalmakta. Öte yandan, toplumsal gerilim ve küresel çelişkiler yoğunlaştıkça bireysel doyumsuzlukların da artması, sinemaseverlerin bakışlarında yeni kırılmalara da yol açmakta.